Theo Angelopoulos- Sonsuzluk Ve Bir Gün/ Mia Aioniotita Kai Mia Mera
“Ölüm her şeydir.
Ve hiçbir şeydir.
Solucanlar kıvrılarak içeri girer,
kıvrılarak dışarı çıkar.”(Yalom, 2008, s.18)
Bazı
filmlerle çok doğru bir zamanda karşılaşırız. Kendi kendimize sorduğumuz ve
içinden çıkamadığımız sorulara gaipten gelen cevaplar gibidirler. Bir sahne,
bir diyalog cevabın oluverir ve sen birden kendini filmin içinde bulursun. Film
için verilen hangi puan ya da hakkında yorum yapan hangi eleştirmen önemli olur
ki bundan sonra? Artık aranızda muazzam bir bağ vardır ve bu filmler özeldir.
‘Sonsuzluk ve Bir Gün’, benim için böyle bir film işte. Sabaha kadar hiç
bitmesin istediğim filmlerden. Peki filmin bitmesini neden istemiyorum? Yoksa
ben de ‘son’lardan korkuyor olabilir miyim? Yoksa o mutlak son ‘ölüm’den?
'Gerçekten
yaşamak için ölümle barışmalısın' diyor bana. Bir arabanın içinde, köprüyü
geçmek üzereyiz. Kafamı çeviriyorum,
ihtişamlı boğaza bakıyorum ve susuyorum. Gözlerim doluyor çünkü gerçekten
korkuyorum. Çocukluğum aklıma geliyor. Odamda oturup, kendimi dünyanın sonunu
düşünmeye zorladığım zamanları hatırlıyorum. Hiçbir zaman bir çıkış yolu
bulamadım, dünyaya bir son yazamadım. Korktum ve ağladım. Üniversite yıllarımda
da bu korkum devam etti. Ama artık tamamlayamadığım işlerim ya da yaşayamadığım
deneyimler yüzünden korkuyordum. Ya birden ölüverirsem? Ölüm korkusu ve yaşanmamış hayat hissi arasındaki pozitif ilişki… Irvin
Yalom (2008) hastası Julia’ya sorar:
- Ölümün
tam olarak nesinden korkuyorsun?
-
Yapmadığım
her şey.
İtiraf etmem
gerekirse Alexander’la tanışana kadar tamamlanmayı bekledim. Sanki bir liste
vardı ve ben bu listedeki her şeyi başarırsam, kendimi ölüme hazır
hissedecektim. Ama artık biliyorum ki bu da bir yanılsama. Hiçbir zaman hazır
olmamak için bir bahane. Sonsuz da olsak, bir günümüz de, hazır olamayacağız
işte, taa ki ölümle barışana kadar. Yalom’un (2008) da dediği gibi ‘Ölümle yüzleşmenin rahatsız edici
Pandora’nın kutusunu açmamızı değil, hayata daha zengin, daha şefkatli bir
tarzda yeniden girmemizi sağlayacağına inanıyorum’ (s. 16).
“Düşlerden mi söz ediyorsun, ölmeyi
göze alacaksın o halde! Hayal mı ediyorsun yıldızlara tırmanmakan
çekinmeyeceksin! Olup biteni görmezden mi geliyorsun, daha iyi bir gelecek mi
tasarlıyorsun, farklı bir bilim, farklı bir inanç, farklı bir düş, yeni,
yepyeni bir gerçek mi arıyorsun kendine, çaren yok, öleceksin!” (Cündioğlu,
2012, s. 12)
Sonsuzluk ve
Bir Gün, hayatının son gününü yaşayan, yarım kalmış bir yazarla, ülkesindeki savaştan,
köyünü basan çetelerden kaçmış, Arnavutluk’tan Yunanistan’a dağları aşmış
mülteci küçük bir çocuğun hikayesi. Nerede olsa sürgün, yersiz yurtsuz,
birbirine geç kalmış iki kişinin hikayesi. Sınırlar üçlemesinin sonu olan bu
film, ölüm ve yaşam arasındaki sınırları anlatıyor. Fakat ana fikir ne kadar bu
sınırlar olsa da, Angelopoulos, ölüm, sürgün, göç, mülteciler ve bir yere ait
olamama gibi konuları da tartışmaya açıyor ve bunu yaparken bize muazzam
fotoğraflar sunuyor. Müzik ise sadece
uzun bir süre aklıma takılmakla kalmıyor, adeta bir evren kuruyor. Artık bu
melodileri ne zaman mırıldansam, geç kaldıklarım geliyor aklıma. İçimden ‘argathini’
demek geliyor. Çok geç…
“Kişiliğin öznel ve nesnel bölümleri iç içe geçmiş olsa da
dünyada var olma ile ilgili kesin olan tek gerçek vardır ki o da ölümdür. Her
ne kadar ölüm var olmamanın tek yolu değilse de en açık ve belirgin olanıdır.
Yaşamda görece olmayan ve kesin olan bir şey varsa o da bir gün öleceğimiz
gerçeğidir. Bu farkındalık kişinin varoluşuna ve yaşamına anlam katar” (İnanç
ve Yerlikaya, 2012, s.337, akt., Alevsaçanlar, 2014).
Özgürlük bir
yanılsamadan ibaret aslında. Hayatı o kadar çok ve iyi yaşamak istiyoruz ki
durup bakmayı unutuyoruz. Peki gerçekten özgür müyüz yoksa hayatın esiri miyiz?
Ölümden korkarak hayatın esiri olmuyor muyum ben de? Onu sevmiyorum, ona
muhtacım. Alışkanlık yüzünden birbirine tahammül eden çiftler gibiyiz, hayat ve
ben. Varoluş kaygısından kaçmak için günlük ritellerime sarıldıkça,
özgürlüğümden de vazgeçiyorum. ‘May’e
göre özgürlük beraberinde kaygıyı da getirmektedir ve kaygı olmaksızın
özgürlük, özgürlük olmaksızın da kaygı olmaz. Kierkegaard’ın belirttiği gibi
kaygı, özgürlüğün insanın başını döndürmesidir’ (İnanç ve Yerlikaya, 2012,
s.338, akt., Alevsaçanlar, 2014). Varmak zorunda olduğum bir yer, bir ışık
var yolun sonunda ama ben ne kadar koşarsam, o da, o hızla uzaklaşıyor benden
ve ben koştuğum için geride bıraktıklarımı göremiyorum. Belki göz ucuyla...
İşte Alexander da benimle aynı tünelde ama o durdu işte. Birden, kızı annesinin,
birick aşkı Anna’nın mektubunu okuduğu o an, durdu. Anlamamışım… Argathini… Ve
o dakikadan itibaren bir tür veda seramonisi başladı. Tam da burada St.
Augustine’in “Bir adamın benliği yalnızca ölümün karşısında doğar” sözünü
hatırlıyorum. Alexander da ancak ölümle yüzleştiği o an benliğinin farkına
varıyor. Bir tür aydınlanma ve telafi etme arzusu. Koşarak geçtiğimiz o bütün
yollara selam olsun. Şansımız varsa, ömrümüzün sonunda, o yollara şöyle bir göz
atmak ve veda etmek şansımız olur. Yarının bir gün ya da sonsuzluk olduğu o
günde. Unutmamak lazım ‘hayat, umutsuzluğun
öbür yanında başlar’ (Sartre, 1981, s.41)
‘Ölümün fizikselliği bizi yok etse
de, ölüm fikri bizi korur’(Yalom, 2008, s.37). Irvin Yalom’un (2008) ‘Güneşle Bakmak, Ölümle
Yüzleşmek’ kitabında bahsettiği gibi kanserli hastalarla yapılan birçok çalışma
göstermiştir ki, bu hastalar kedere gömülmek yerine, hayatlarıyla ilgili olumlu
değişiklikler yapma eğilimindelerdir. Bu hastalar gerçekten istemedikleri
şeyleri yapmama gücüne sahip çıkıyor ve sevdikleriyle daha derin ilişkiler
kuruyorlardır. Aynı zamanda korkuları da giderek azalmakta ve risk alma
eğilimleri artmaktadır. Tam da burada Angelopoulos’un
Eleni Karaindrou’nun bu film için yaptığı hüzünlü parçayı beğenmediği ve neşeli bir müzik yapmasını istediğini
hatırlıyorum. Çünkü yönetmene göre de bu film bir ‘ölüm’ filmi değil, ‘yaşama
davet’ filmiydi. Yani ancak ölüm fikri bizi yaşama davet edebilir. Eğer ölümü
reddedersek, bu yaşamı da reddetmek anlamına gelir. Ve bunu Alexander gibi
yaşamımızın son gününde farkedebiliriz.
“Sınırı geçtik ama hala burdayız.
Evimize varmak için daha kaç sınır aşmamız gerekecek?” (Fainaru, 2006, s.130).
Sınırlar
Angelopoulos’a göre ‘ortadan kaldırılması gereken kötülüklerdir’. Sınır demek
aynı zamanda yanı başındaki ülke savaştan kırılırken ve her gün yüzlerce kişi
ölürken, senin yatağında huzurla uyuyabilmen demektir. Çünkü arada sınır
dediğimiz soyut bir çizgi vardır ve çizginin bu tarafında olduğun sürece
vicdanın rahat olabilir demektir. Çünkü sınırın öteki tarafı artık senin
sorumluluğunun bittiği bir alandır, oradakiler de ötekilerdir. Basit bir çizgi
bütün sorumluluğu alır omuzlarından işte. Sadece haberlerdeki üzücü
hikayelerden ibarettir olanlar ya da bir filmde karşına çıkan mülteci bir
çocuktur işte. Arnavut kaçağı bu çocuk için ya da trafik kazasında ölen ‘kırmızı
ışık çocuğu’ Selim için gözyaşı dökersin ama karşına Suriyeli küçük bir çocuk
çıktığında öfkelenirsin. Sınırı en güzel anlatan şey kelimeler değil, filmdeki
bir sahne. Arnavut sınırının tasvir edildiği o karlı ve puslu sahne. İnsan
bedenlerinin tellere asılı kaldıkları o sahne. Sınır sadece Arnavut sınırı
değildir. Aynı zamanda Filistin’dir, Suriye’dir, Berlin’dir. Sınır, tellere
asılı kalmış onca hayattır. Sınırlar kanla çizilmiştir ve bazen geçmek için
kanını dökmek gerekir.
Angelopoulos’un
filmleri hep birer yolculuktur ama onu diğer yol filmlerinden ayıran nokta,
yolculukların bir şeyi aramak için, bir amaç doğrultusunda yapılıyor olmasıdır.
Bu film de geçmişle bugün arasında bir yolculuk olmakla kalmaz, aynı zamanda Alexander’ın
yolculuğu dünyadaki varoluşuna bir anlam bulmak içindir. Çünkü unutmamak
gerekir ki yönetmenin filmlerinin amacı varoluşa bir sebep bulmak üzerinedir ‘… o, hayatın ne olduğuna ilişkin
“bilinçlenme anı”nı, diğer bir ifadeyle “farkındalık süreci”ni yaşamaya
başlar. Bu süreçte insan, Martin Heidegger’in iki farklı varoluş biçimi olarak
tanımladığı; “var olmayı unutma” durumundan “var olmayı düşünme’ (Hühnerfeld,
2002, s. 62) durumuna geçer”(Tüzer, 2013). İşte bu da var olmayı unutma
durumundan, var olmayı düşünme durumuna bir yolculuktur. Çünkü yazar artık
yıllardır peşinde koştuğu şeylerin, kendini oyalamaktan ibaret olduğunu ve
aslında ölümden kaçmak için oluşturduğu rutinin bir parçası olduğunu
anlamıştır. ‘Carl Gustav
Jung’un “yeniden doğuş” (Jung 2003: 53) olarak adlandırdığı bu
dönüşümde, maddî anlamda bir büyümenin veya genişlemenin varlığı söz konusu
değildir. Kendine yürüdüğü bu yolculukta insan, içsel bir derinliğe sahip olur.
Kişi bu durumda asıl zenginliğini elde etmiş, ruhunu nesnesinin büyüklüğünü
taşıyabilecek oranda genişletmiştir’ (Tüzer, 2013).
Sadece son bir gününüz olduğunu bilseydiniz ne
yapardınız? Kişi kendine bu soruyu sormadan yapamıyor. Filmi izlerken bir
arkadaşım ‘tamamlayamadığım işlerimi tamamlardım’ diyor. Tam olma halinin
yapılacak işlerimizi tamamlamakla gelmeyeceğini
biliyorum artık. Modern dünya bize saatleri verdi ve biz zamanı kolumuzdaki saatlerden ibaret
sandık. Şimdi zamana neden ihtiyacımız var? Toplantıya yetişmek için mi,
ödevlerimizi bitirmek için mi, projemizi hazırlayabilmek için mi ya da daha çok
para kazanmak için mi? Rutinin içinde boğulup, ölümü unutmak için mi? Zaman
nedir? Heraklitos’a göre zaman, deniz kıyısında çakıllarla oynayan küçük
çocuktur. Tam olma halinin bir diğer unsuru var ki, onu bu dünyada bulabilir
miyiz, çok emin değilim; kendini bir yere ait hissetme hali/duygusu. Alexander
bu duyguyu hiç tadamadığı için de eksiktir bir yönüyle. Bunu annesiyle
konuştuğu sahneden anlayabiliriz.
“Neden, anne... Neden hiçbir şey
beklendiği gibi olmadı. Neden? Neden çürüyüp gider insan sessizce… Acıyla
ihtiras arasında parçalanarak? Ben neden hayatımı sürgündeymiş gibi geçirdim?“
Peki
Alexander neden kendini bir yere ait hissetmez, bunun nedeni nedir? Heidegger’e
göre ‘Dil, varlığın evidir.’ Bu filmde varlığın dil dışında var olamayacağı
vurgusundan çok, ‘ana dilimiz vatanımızdır’ vurgusu yapılmaktadır. Bunun için
büyük şair Solomos’un hikayesine bakabiliriz. İtalya’da yaşayan ve İtalyanca
konuşan Yunan şair Solomos küçük yaşlarda babası tarafından İtalya’ya
gönderilmiştir ve tam İtalyanca şiirler yazmaya başladığı sırada, Yunanlıların
Osmanlılara karşı ayaklandığını öğrenir. Hemen Yunanistan’a dönmek ve bu
mücadeleye destek vermek ister ama bir şair ne yapabilir? O da unutulmuş
özgürlük imajını canlandırmak için kahramanlık şiirleri yazmaya karar verir.
İlk gemiyle köyüne döner ama kendi dilini konuşamaz. Ana dilini bilmediği ana
vatanında hiçbir yere ait olamaz. Dilin olmadığı yerde varlığa da yer yoktur.
Bu yüzden halktan kelimeler toplamaya başlar. Kendini ve evini kelimelerle inşa
eder. Angelopoulos, bu kavram ve bu hikaye üzerine bir film yapmak istemiştir.
Alexander, Solomos’la özdeşleştirilebilir, onun dili vardır fakat yıllarca
başka ülkelerde yaşamış, gitmiş gelmiş ve kendi ana dilinden uzak kalmıştır.
Oysa yönetmene göre, ana dilimiz tek gerçek kimlik kartımızdır. Bu pişmanlığı
yazarımızın annesine itirafta bulunduğu sahnede görebiliriz.
“Kendi ana dilimi konuşmak varken,
neden bu kadar seyrek döndüm ülkeme? Kendi dilim varken, hala kelimeleri
bulabilecek ya da sessizliğin içinden unutulmuş kelimeleri çıkarabilecekken ,
neden sadece ve sadece kendi ayak seslerimi duydum evin içinde? Neden? Söyle
bana, anne… İnsan neden bilmez nasıl seveceğini?”
Solomos
nasıl ki kelimeler toplayarak var olmaya çalışıyorsa, Alexander da film
boyunca, kaçak çocuktan üç kelime satın alır ve böylece aynı zamanda ölümü
aşmasına izin verecek bir köprü bulmayı umar ve bu köprünün kendisi yaşasa da
yaşamasa da onu canlı tutacak sözcükler olduğuna inanır. İlk kelime ‘Korfulamu’,
anlamı küçük çiçektir. İkinci kelime ‘Xenitis’; yabancı, her yerde sürgün. Ve
son kelime, ‘Argathini’, yani çok geç. Angelopoulos’a
göre ‘birinci sözcük sevgi, yakınlık,
mahremiyet yerine geçer; her kimde olursa olsun, annede ya da sevgilinde.
İkincisi, hikayenin varoluşçu yanını belirtir. Ruhun durumu. Üçüncüsü de zamanı’
(Fainaru, 2006). Hikayenin varoluşçu
kelimesine baktığımızda, aklımıza Heiddeger’in ‘Bırakılmışlık’ kavramı gelir.
Bu dünyaya sürülmüş bizler, tek yazgımız ölüm olan bizler. ‘Yalnız ve özürsüz kalmışızdır. Bu durumu ‹insan özgür olmaya mahkumdur,
zorunludur› sözüyle anlatıyorum. Zorunludur, çünkü yaratılmamıştır. Özgürdür,
çünkü yeryüzüne geldi mi, dünyaya atıldı mı bir kez, artık bütün yaptıklarından
sorumludur’ (Sartre, 1981, s.69). İşte
bu yüzden ruhun durumu, her yerde sürgün olmaktır, ölene kadar.
“Ne olursa olsun, insanın yapacağı
bir gelecek vardır, el değmemiş bir yarın onu bekler” (Sartre, 1981, s.70)
-
Yarın ne kadar sürer?
-
Sonsuzluk ve bir gün kadar…
Son olarak
yazımı bütün birbirine geç kalmışlar’a armağan ediyorum.
KAYNAKÇA
Alevsaçanlar, S. (20 Temmuz 2014). Varoluşsal Özgürlük ve
Ölüm. 4 Kasım 2014, http://www.simgealevsacanlar.com/?p=122
Cündioğlu, D. (2012). Sinema
ve Felsefe (1. Baskı). İstanbul: Kapı Yayınları.
Fainaru, D. (Ed.). (2006).
Theo Angelopoulos (1. Baskı). (M.
Harmancı, Çev.) İstanbul: Agora Kitaplığı. (Orijinal basım tarihi 2001)
Sartre, J. P. (1981). Varoluşçuluk (2. Baskı). (A. Bezirci,
Çev.) İstanbul: Ağaoğlu Yayınevi.
Tüzer, İ. (13 Kasım 2013). Oğuz Atay’da Korku Korku Üstüne ya da “Korkuyu Beklerken” Çıkılan
Yolculuk: Eve/ Kendine Dönüş. 4 Kasım 2014, http://www.ayracdergisi.com/?p=5460
Yalom, I. (2006). Güneşe
Bakmak Ölümle Yüzleşmek (1. Baskı). (Z. I. Babayiğit, Çev.) İstanbul:
Kabalcı Yayınevi. (Orijinal basım tarihi 2008)
Üstadım merhaba.İngmar Bergman filmleri hakkında internette tarama yaparken görmüştüm seni.Bergman'nın bir çok filmini izleyip filmleri hakkında değerli yazılarını okudum.(Açıkçası izlemek istediğim filmler hakkında senin yazının olmadığını görünce izlemek için biraz isteksiz davranıyorum.) Bazı yazılarını film defterime yazıp daha sonra tekrardan okumak üzere saklıyorum.Teşekkür etmek istedim.Sosyal paylaşım hesabın varsa takip etmek isterim.Sonsuz saygılar
YanıtlaSil