Ingmar Bergman- Höstsonaten/ Güz Sonatı




Anneler fedakardır. Ve biz bu fedakarlığı hayatımızla öderiz. Yemez yedirir, giymez giydirir, yaşamaz yaşatır ama aynı zamanda ne yiyeceğimize, ne giyeceğimize ve nasıl yaşayacağımıza müdahale de eder. Hangi okula gideceğimiz, kimlerle arkadaşlık edeceğimiz, kiminle evleneceğimiz, kaç çocuğumuz olacağı üzerinde söz hakları vardır. Kimi zaman da tek söz hakkı onlarındır. Her zaman hayat bir tiyatro oyununa benzetilir. Herkesin bir rolü vardır ve bu rolleri oynamak zorundayızdır. Hayat budur ama şimdiye kadar kimse bize senaryonun annelerimize ait olduğunu söylemedi.



“Bir anne ve kızı… Duyguların, karışıklığın ve yıkımın ne korkunç bir kompozisyonu.”

Evlenme ve çocuk yapma fikri tüm kadınlara dikte ediliyor ve bunları istemeyenler ‘anormal’ sayılıyor. Oysa bazı kadınlar evlenmeye ve çocuk yapmaya uygun değildir. Ve kadın en çok ait olmadığı bir hayatı yaşamaya zorlandığında zarar verir. Çoğu zaman geride sadece yıkıntı kalır. Duruma göre kadının ya da diğer  herkesin yıkıntısı… Çoğunlukla annenin ve çocuğun yıkıntısı…

Bergman’ın 'Güz Sonatı' adlı filmi, Eva’nın annesi Charlotte’yi kendisi ve kocasıyla birlikte kalması için papaz evine çağırmasıyla başlar. Ona bir mektup yazmıştır. Mektupta sevgi dolu sözcükler vardır. Annesi davete icabet ettiğinde ise, Eva daha annesini ilk gördüğü anda aşırı mutlu olmuştur. Annesi de aynı çoşkuyla karşılık vermiş, durmadan konuşmaktadır. Oysa Eva’nın mutluluğunun altında nefret etme korkusu, Charlotte’ninkinde ise sevme korkusu yatar. İşler hiç göründüğü gibi ilerlemezken, Bergman bizlere sevgi ve nefretin madalyonun iki tarafı olduğu klişesini hiç de klişe olmayan bir filmle anlatır. Çünkü bu filmde bu madalyonun bir yüzü daha vardır; korku. Eva yıllardır annesinin baskıcılığına ondan nefret etmeye korktuğu için katlanmıştır. Charlotte ise yıllardır kızını sevmekten korkmaktadır. Bu durumunu filmdeki büyük yüzleşme sahnesinde şöyle dile getirmiştir: “Senden her zaman korktum. Beni sevdiğini görüyordum. Ben de sevmek istiyordum ama isteklerinden korkuyordum.” Korku bizi bir çıkmaza sürüklüyor, bizi felç ediyor. Bu korku iliklerimize kadar işliyor. Charlotte’nin durmadan konuşmasında, Eva’nın annesine hizmet etmek için kendini parçalamasında… Birbirlerine bakarlarken aslında bir nevi aynaya bakıyorlar. Diğer bir taraftan bu korku, film ilerledikçe bir suskunluğa dönüşüyor. 1Yalnızlık ve sessizliğin yanına konulabilecek bir öteki mevzu da pişmanlık kavramıdır. Hem konuşmalarının hem susmalarının nedeni ortada; pişmanlık. İçini günden güne kemiren, nefesini çalan, kaçma hissi uyandıran hep o pişmanlık.

 2Charlotte takıntılı, histerik, tutkulu, güçlü ve yalnız, sırt ağrısı çeken, başarılı bir piyanisttir. Kızı Eva ise fedakar, sade, sinik, dindar ve tutkusuzdur. Charlotte’de klasik bir dominant/baskıcı anneyi görürüz. Eva ise pasif ve silik kız çocuğudur. Yukarıda, yaşamak zorunda bırakıldığımız senaryolar annelerimize ait metaforunu kullanırken, annelerin bunu her zaman bilinçli bir şekilde yaptıklarını kastetmedim. Bazen sadece bizim annelerimiz oldukları için bile bize verilen senaryolar böyle oluyor. Bazen onlar hiç fark etmeden bizim geleceğimizi şekillendiriyorlar. Yani Charlotte böyle olmasa, belki de Eva’nın elinde bambaşka bir senaryo olacaktı. Belki daha fazla yere bakmayacak, bu kadar korkmayacaktı. Aslında Eva ne kadar da evliliğe uygun gözüküyor değil mi? Acaba… Acaba Eva bu fotoğrafa mı ait yoksa annesinin sebep olduğu yıkıntılardan yeni bir ‘ben’ mı inşa etmeye çalışıyor? Başta Eva’nın konuşmasını duyuyoruz: “Kişi nasıl yaşaması gerektiğini öğrenmeli. Her gün üzerinde çalışıyorum. En büyük engelim kim olduğumu bilememem. Kör gibi el yordamıyla arıyorum. Eğer birisi beni olduğum gibi severse, sonunda kendime bakmaya cesaret edebilirim belki.” Peki sen kimsin Eva, biz kimi sevelim, olduğun ne? Bunu söyleyemiyor Eva çünkü onun senaryosu da böyle işte; erken yaşta annesi tarafından düzenli olarak terk edilen ve ömrü boyunca anneye bağımlı kalan bir çocuk.

3Ayna imgesinin kişiliğin aktarımına, kaybına ya da kazanımına dair analojik bir köprü olarak inşa edildiğini söyleyebiliriz.

Eva’nın ‘kendi’ diyebileceğimiz hiçbir şeyi yok. Eva diye biri yok aslında. Bu aşamada annenin sözleri geliyor aklıma “Yoksa bazı insanlar sevme konusunda daha mı yetenekli oluyorlar. Ya da bazı insanlar yaşamak yerine sadece var mı oluyorlar?” Bu cümleye Eva’nın ağzından bir cümle eklemek istiyorum: “Bazı insanlar var da olamıyorlar anne” Hayatı boyunca hep bir şeyi bekleyip mutlu olamayanlar gibi. Hep bir şeyin olmasını beklersin, onu/o şeyi bulunca, elde edince, sahip olunca, yapınca mutlu olacağını söylersin kendine. Beklediğin o ya da o şey artık onu beklediğin için gelmeyecektir. O ‘şey’ Eva için ‘anne’sidir. Yani arzu nesnesi. Aslında hepimizin ilki. Ama Eva’nın hep’i. Hiç sahip olmadığı, aradığı bulamadığı, bulduğu aslında aradığı olmadığı. Eva sürekli Charlotte’ye yani annesine kavuştuğunu sanar ama aslında asla kavuşma olmaz. Çünkü o Charlotte’yi istememektedir artık. Kafasında idealize ettiği yeni bir anne istemektedir. Ve maalesef bu imkansızdır. Bu öyle bir tatminsizliktir ki, artık kendini sevgi diliyle değil, nefretle tanımlar: “Hangisinden daha çok nefret ettiğimi bilmiyorum. Evde olmandan mı yoksa turnede olmandan mı?”

4“Kız çocuğunun sağlıklı bir cinselliği olabilmesi için ilk arzu nesnesi olan anneyi değiştirip, babayı ve fallus sahibi olmayı arzulaması, ilk arzu nesnesine karşı da fallussuz olduğu ve kendisine bir fallus veremediği için bir husumet beslemesi gerekiyor. Dahası arzunun öznesi olmaktan çıkıp, babanın arzunun nesnesi olmaya başlaması gerekiyor.” Ama filmde babanın adı neredeyse hiç geçmiyor. Eva için bir baba yok. Yok çünkü Charlotte çocukluğundan beri Eva’nın yanında bulunmayarak ne babayı var etmiş kızı için ne de kendisi var olabilmiş. Küçük yaşlardan beri annesi Charlotte’yi bulamayan Eva onu ‘öldürememenin’ yanı sıra ona bağımlı hale gelmiş. Ne babayı arzulayabilen ne de kendine bir kimlik inşa edebilen bir kız, böylece farklı bir anne kompleksi geliştirmiş. Anneye karşı direnç sağlaması gereken Eva aksine anneyle özdeşleşmiş. Diğer bir taraftan burada özne olmayan ne kadar Eva gibi gözükse de, filmin sonuna doğru yaptığı konuşmalara istinaden asıl Charlotte’nin özne olmaya ihtiyaç duyduğunu düşünüyorum. 5“Öznenin kendinden bağımsız/ayrı gördüğü bir başkasına ihtiyacı vardır. Ancak bu öznenin özne olabilmesi, yani kendini bilmesi ve tanıması için zorunlu bir süreçtir ve bu süreçte başkası bir tehdit olarak algılanır. Böylece başkası baskı altına alınması gereken bir öğe olur ve baskılanır.” Charlotte’nin Eva’ya tavrı nedense bana bu alıntıdaki cümleleri hatırlatıyor. Sonra şu sözler yankılanıyor kulaklarımda:



“Hiç olgunlaşamadım. Yüzüm ve vücudum yaşlandı. Anılar ve tecrübeler edindim ama içimde henüz doğmamıştım bile.”



Bergman’dan yine bir yüzleşme filmi. Bergman’ın babasıyla olan sorunlarını genelde bilinir. Bütün biyografilerinde bu nota rastlamak mümkün. Fakat her zaman merak ettim; neden babasıyla olan sorunlarıyla anne ve kızlar ya da genel olarak kadınlar üzerinden yüzleşiyor diye. Buna verecek ilk cevabım filmlerini izledikçe Bergman’ın tam bir kadın yönetmeni olduğudur. Bergman kadınları iyi tanıyor ve onları anlıyor. İkinci cevabımı ise, film üzerine biraz araştırma yapmak için yine ‘Büyülü Fener’i karıştırırken aldım. Bergman’ın babasıyla ne kadar sorunu olsa da onunla zamanında bol bol yüzleşmiş ama ya annesiyle? Yıllar sonra konuşmuş onunla, içindekileri dökmüş usulca ama bu bir yüzleşme sayılır mı? Bergman çocukluğunda yaşadığı tüm zorluklardan dolayı alttan alta annesini suçluyor olabilir mi? Bence durum tam da böyle. Aslında Bergman tüm olanlar için sadece annesini suçluyor. Ve onunla asıl yüzleşmesini filmlere saklıyor. Ya anneyle yüzleşme (Güz Sonatı) ya büyükanneyle yüzleşme (Yüz Yüze) ya da özdeşleşmeyi sağladığın herhangi biriyle yüzleşme (Sessizlik)… Bu film onun özgürlüğü aslında.

6“Dört yaşındaki yüreğim ona duyduğum köpeksi bağlılıkla tükeniyordu.

Anneme aşırı bağlılığım onu rahatsız eder, sinirlendirirdi. Sevgi açlığım ve şiddetli patlamalarım onu kaygılandırırdı. Çoğu kez soğuk, alaycı sözcüklerle beni yanından uzaklaştırırdı. Öfke ve düş kırıklığı içinde ağlardım.”

Charlotte’ye baktığımızda aslında Bergman’ın kendi annesinden kimi parçalar bulmak da mümkün. Uzaklığı, aşırı sevginin onu bunaltması vs. Ne kadar Charlotte bunu korkudan, Bergman’ın annesi ise bunu çocuğunu iyi yetiştirmek adına yapıyor olsa da küçük bir çocuk için her şey nedensizdir. Charlotte’nin aslında ilgiye aç olması gibi Bayan Bergman’ın da tahammül edemediği tek şey ilgisizlik. 7“Annemin ilgisizliğe ve kayıtsızlığa katlanamadığını anlamıştım: Ne de olsa bunlar onun kendi silahlarıydı”. Bu cümlelere baktığım zaman Bergman’ın annesiyle yüzleşebilmek için böyle bir film çektiğine dair hissim güçleniyor. Ah o hayaletler, peşimizi hiçbir zaman bırakmıyorlar.



Bu yazıyı yazmadan önce filmle ilgili bir çok şey okudum. Ama hiçbir yerde (belki de gözden kaçırmışımdır) Chopin’le ilgili ayrıntılı bir analize rastlamadım. Belki de dikkatim, besteciyi çok sevdiğimdendir. Ben filmde çalınan 2.Prelüd’e takıldım. Yani ‘La Minör Prelüd’ü. Filmde bu sahne inanılmazdı, hatta o büyük yüzleşme sahnesinden bile çok sevdim bu kısmı. Anne muazzam bir edayla Chopin’i yorumlarken adeta kendini anlatmaktadır. Eva ise annesine bakarken tüm uyumsuzluklarını görür adeta. Hiçbir şeyin düzelemeyeceğini, köprünün altından çok sular aktığını hatta hala aynı anne-kız olduklarını, Eva’nın küçüklüğündeki gibi. Evet köprünün altından çok sular akmıştır ama diğer bir taraftan da bazı şeyler hala aynıdır. Anne ve kız hala kötü bir kombinasyondur. Hala kızının mutsuzluğu annenin zaferidir.

Bergman’ın Chopin prelüdleri içinde La Minör Prelüdü’nü seçmesinin filmin doğasıyla ve anne-kız çatışmasıyla muazzam bir uyum gösterdiğini düşünüyorum. Andre Gide’in bu parçayı anlatırken yazdığı satırlara yer vermek istiyorum: 8“Ahenkten yoksun olduğuna kuşku yok; bütün prelüdler içinde en yoksunu odur, ve uyumsuzluğu bundan daha ileriye götürmek de mümkün değildir. Chopin o eserde gerçekten benliğinin en uç noktalarına, öz varlığının parçalandığı bölgelere uzanmak ister gibidir…..Parçanın çok yalın, çok sakin üst partisi, huzura, ahenge götürmeyecek hiçbir unsur içermez; ama alt parti, insanın yakınmalarını umursamadan, durdurulamaz yürüyüşünü sürdürür.” Andre Gide bilmeden Charlotte ve Eva’yı anlatır sanki. O muhteşem anne-kız uyumsuzluğunu... Eva da benliğinin en uç noktalarına, öz varlığının parçalandığı bölgelere uzanmak istemez mi o anda? Ya da parçanın yalın üst partisi bilinci, ama yürüyüşünü durmaksızın sürdüren alt parti bilinçdışını çağrıştırmaz mı bizlere? O an ikisi de birbirine karışmaz mı? Ve Eva anlar bunun imkansız bir aşk olduğunu, tam da o an anlar. Ve bu aşktan kurtulmayı o an kafasına koyar. Artık gitme vakti gelmiştir.

KAYNAKÇA


  1. Bilge, H. (20 Kasım 2009). Yalnızlığın Dibinde: Autumn Sonata (Sonbahar Sonatı). 24 Mayıs 2013, http://www.sanatlog.com/sanat/yalnizligin-dibinde-autumn-sonata-sonbahar-sonati/
  2. Aslan, M. M. (17 Haziran 2012). İki Yönetmen ve Sinemada Kesişen Akslar. 24 Mayıs 2013, http://mujdearslan.blogspot.com/?zx=895d5af7fe62986f
  3. Demirci, T. T (3 Nisan 2012). Lacan’ın Ayna Evresi Kuramı Üzerinden Persona Filminin Psikanalitik Yüzleri. 24 Mayıs 2013, http://surrealismus.blogspot.com/2012/04/lacann-ayna-evresi-kuram-uzerinden.html
  4. Yurttaş, H. (2010). Kristeva Konfreransı Ardından Dişi Özne Üzerine. Amargi Dergi, 18, Güz.
  5. Helene Cixous. (b.t.). 24 Mayıs 2013, http://mutlaktoz.wordpress.com/helene-cixous/
  6. Bergman, I. (2007). Büyülü Fener (2. Baskı). İstanbul: Agora Kitaplığı.
  7. Bergman, I. (1987). Büyülü Fener (2. Baskı). İstanbul: Agora Kitaplığı.
  8. Gide, A. (1983). Chopin Üzerine Notlar. (1.Baskı). İstanbul: Can Yayınları. 



Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Alice Diop- Saint Omer

Ingmar Bergman- Scener er ett äktenskap/ Bir evlilikten manzaralar