Kayıtlar

Alice Diop- Saint Omer

Resim
Rama’nın çocukluğundan görüntüler izlediği televizyon ekranında kendiyle karşılaştığı ve bizim çocuk Rama’nın gözlerinin içine baktığımız o an, bu filmin hepimiz için bir yüzleşme olacağını biliyordum. Sadece kendi çocukluğumuzla ya da annemizle değil, aynı zamanda kendi kadınlığımız ve hatta anneliğimiz üzerinden toplumla bir yüzleşme olacaktı bu. Mahkeme sadece Laurence için kurulmamıştı; burada yargılanan yalnız o değildi, toplum dışına itilenler ya da hiçbir yere ait olmamışlar, Suriyeliler ya da Afrikalılar, kadınlar, anneler, toplumun kendi için yazdığı kaderi yaşamayı reddedenler… Bu mahkeme aynı zamanda bizim içindi ve yargılanan da bizleriz. Şimdi ise, bu filmle birlikte bunu hatırlamaya zorlanıyoruz. Saint Omer , belgesel filmler çeken yönetmen Alice Diop’un, 79. Venedik Film Festivali’nde Jüri Büyük Ödülü de kazanan ilk kurmaca filmi. Film, akademisyen ve yazar Rama’nın, üzerine bir yazı hazırlamak için mahkemesini izlediği, 15 aylık bebeğini ‘acımasızca’ öldüren Laurence Co

Mia Hansen-Løve- Bergman Adası/ Bergman Island

Resim
İlk Bergman filmimi izlediğim günü o kadar net hatırlıyorum ki, gözlerimi kapattığımda elimin altındaki tahtaların dokusunu ve rüzgârın kokusunu hissediyorum. Aynı bu film gibi sıcak ama Bergman’ın melankolisinin sindiği bir gündü. Bir yaz sonu günüydü ve biz Sessizlik’i izlemek için ekran karşısına geçmiştik. Ben birazdan ve ondan sonraları ruhumun hissedeceği tüm rahatsızlıkları bilirmişçesine yerde, tahta döşemenin üstünde oturuyordum. Havanın sıcaklığını bölen, arada sırada esen ve perdeleri havalandıran rüzgardı. Bembeyaz ahşap döşemeye, koltuklara ve perdelere inat, beyaz kupamın içinde simsiyah bir kahve eşlik ediyordu seyrime ve o simsiyahlık tüm diğer beyazlarla garip bir şekilde uyumluydu. Bir yaz günü Farö’de olmak gibiydi. Ve ben Sessizlik’le aşık olduğum yönetmeni bir yaz filmi ile işte böyle andım. Amy gibi benim için de Bergman bir sığınak, bir teselli belki de… Ya da diğer taraftan film üzerine okuduğum bir yazıda geçen çok güzel bir ifade ile, belki de en iltihaplı piş

Sahi Nasıl Başlamıştı Her Şey?

Ne kadar çok televizyon izliyorsun diyor, bir tür bağımlı gibisin. Kabul ediyorum. Sonra aslında nasıl başladığını anımsamaya çalışıyorum. İlk hatırladığım çocukken sabahları çok erken kalktığım ve kimse kalkmadığı için beni ılık sütümle televizyonun karşısına koydukları. Sevdiğim ve bildiğim bir program çıktığı zaman, bir tanıdık görmüş gibi olma ve güvende hissetme hali… Sonrasında Cine-5 günleri… O zamanlar film seçme imkânımız yok, arka arkaya filmler yayınlanıyor. Karşısına oturup saatlerce film seyrediyorum. Biri başlıyor, biri bitiyor ve aslında hiçbir şey anlamıyorum. Ama bir şekilde güvendeyim, bildik ve tanıdık bir yerdeyim. Yalnız değilim. Bunlar hep Afyon’da büyümekten aslında. Çevrende seni anlayan ve anlama ihtimali olan o kadar az insan olunca, televizyon ile arkadaşlık etmekten başka çare de yok sanki. Aralarda kaset de kiralıyoruz. Biri bitince biri ve sonra diğeri. Bir gün babam eve geliyor, elinde bir kart var. Kaset kiralama dükkanının sahibi, Afyon’daki sinem

Theo Angelopoulos- Sonsuzluk Ve Bir Gün/ Mia Aioniotita Kai Mia Mera

Resim
“Ölüm her şeydir. Ve hiçbir şeydir. Solucanlar kıvrılarak içeri girer, kıvrılarak dışarı çıkar.”(Yalom, 2008, s.18) Bazı filmlerle çok doğru bir zamanda karşılaşırız. Kendi kendimize sorduğumuz ve içinden çıkamadığımız sorulara gaipten gelen cevaplar gibidirler. Bir sahne, bir diyalog cevabın oluverir ve sen birden kendini filmin içinde bulursun. Film için verilen hangi puan ya da hakkında yorum yapan hangi eleştirmen önemli olur ki bundan sonra? Artık aranızda muazzam bir bağ vardır ve bu filmler özeldir. ‘Sonsuzluk ve Bir Gün’, benim için böyle bir film işte. Sabaha kadar hiç bitmesin istediğim filmlerden. Peki filmin bitmesini neden istemiyorum? Yoksa ben de ‘son’lardan korkuyor olabilir miyim? Yoksa o mutlak son ‘ölüm’den?

Ingmar Bergman- Scener er ett äktenskap/ Bir evlilikten manzaralar

Resim
Hollywood bütün hayatımızı şekillendiriyor. Anlayacak yaşa gelip de bazılarımızın burun kıvırmasıyla da geçmiyor bu etki. Çocukluğumuzda izlediğimiz her kare bilinçdışımızın bir köşesine kayıtlı. Severken de, ayrılırken de, korkarken de, kullandığımız bu kodlar hep Hollywood’dan. Beyaz atlı prensler beklememiz de, her yerde paranormal varlıklar aramamız da, evliliği, aşkın son durağı sanmamız da hep bundan.

Ingmar Bergman- Sasom I En Spiegel/ Aynadaki Gibi

Resim
Çocukken sadece ‘Allah baba’ vardı. O zamanlar henüz ‘ama bu çok cinsiyetçi bir söylem’ diyecek yaşlarda değildik. O yaşlara geldiğimizde daha çok ‘Tanrı var mıdır?’ diye sormaya, sorgulamaya başladık. Bazı zamanlar ise, bazı şeyler çok basittir aslında. Bir yönetmen çıkar ve ‘Tanrı, sevgidir’ der. İnanırız. İnanmak bu değil midir zaten. İsteyince olan… - Sevgi, Tanrı’nın varlığını kanıtlar mı Baba? - Sevgi, Tanrı’nın varlığını mı kanıtlar yoksa kendisi midir bilmiyorum.  

Filmekimi- "Norm'alin dışında kalanlar"

Resim
İzmir’de böyle etkinlikler yapıldığında seviniyorum çünkü İzmir bu etkinliklere aç bir kitleye ev sahipliği yapıyor. Yani belki talep İstanbul'daki kadar değil (Bunu festivale 3 gün kala tüm filmlere bilet bulabilmemden anlıyorum. İstanbul'da mümkün değildir.) ama en azından Karaca Sineması’nın koltuklarını doldurmaya yeter de artar ya da herhangi bir tiyatro salonunu. Eskisi gibi değil elbet. Konser ya da tiyatro alanlarında da büyük gelişme var. Artık sadece Fazıl Say veya Genco Erkal gelmiyor İzmir’e. Ama bir tarafıyla da eksik hep. Biraz köhnemiş bir ruhu var çünkü. Hala kabul edemediği, barışamadığı uçları var İzmir’in. Filmekimi’nin çeşitli illere de yayılması fikrini kim bulduysa alnından öpmek gerektiğini düşünüyorum. Böylece evimden sadece 40 dk. uzaklıkta film festivaline katılmış oluyorum. Bunun için taa İstanbul’a gitmeme gerek kalmıyor. Festival izleyicisi olmak biraz ayrıcalıklı bir durum bence. Sanki özel bir kulübe üye olmak gibi. Birçoklarının anlama